5 Mart 2013 Salı

Kadıköy...


                                                                                                                                   

                                               Geleceği Görenlerin Ülkesi    



   Ne zaman eski bir şarkı duysam Kadıköy gelir aklıma. Yaşımdan değil sadece eskinin güzelliklerine sahip olduğundan. Huzur bulmaya gidersiniz oraya “Bir tatlı huzur almaya geldim’’şarkısı eşlik eder kulağa, huzur da bulursunuz. Dalgalar sizi çok uzaklara götürür, anılar göz önüne gelir. Eski bir Kadıköy belgeseli seyrederken olur bunlar tabii… Şimdi Kadıköy’de meydana indiğiniz an da önünüzü göremezsiniz, hele de maç gününe denk geldiyseniz adım atabilirseniz altın madalya takarlar size. Meydan da karşıdan karşıya geçmek için dakikalarını harcar, gitmek istediğiniz yere geç kalırsınız. İstanbul… Eski İstanbul fotoğraflarına bakınca tanıyamazsınız bile. Eski fotoğraflarda bir iki insan vardır onlar da birbirlerini tanırlar, yüksek binalar yoktur şimdiki gibi. Havası daha temizdir, insanları daha temizdir, rekabet ortamı daha azdır. Bildiğiniz bir dükkân vardır ve ona gidersiniz alacaklarınızı almaya, kimse birbirini geçmek için uğraşmaz. Bu kadar düşünmek zorunda da kalmazlar. Nasıl olsa ürettikleri bir şekilde tüketilecektir, rakip yoktur ve kimse daha iyisini yapmak zorunda değildir. İstanbul bu kadar değişir de Kadıköy değişmez mi? Kadıköy az değişen nadir yerlerden biridir aslında. Kalabalıklaşmıştır, değişmiştir ama eskinin kokusunu bulursunuz orada. “Khalkedon’’ körlerin ülkesi midir yoksa geleceği görenlerin ülkesi midir diye düşünür insan.


    Haldun Taner Sahnesi önünde bir gün içinde kaç kişi buluşmuştur acaba, orada duran simitçi kaç kişiye simit satmış, kaç kişiye yol tarif etmiştir? Ah simitçi, kendi gençliğini hatırlamış mıdır, yoksa gençlere öylesine bakıp kendi sıkıntılarını mı düşünüyordur? O kadar rahat okursunuz ki insanların düşüncelerini; kendi sıkıntılarınızı unutursunuz. Şeffaftır Kadıköy, temizdir kendisi de, insanları da... Bunu anlamak için defalarca Kadıköy’e gitmeye de gerek yoktur. Bir kere gitmeniz yeter anlamanız için. “Ben insanları gözlemlerlerken kaç kişi beni gözlemliyordu?’’ Ben insanların beni gözlemlemesini istemiyorsam bende bırakmalıydım çünkü ben yapıyorsam başkalarının da yapmasına izin veriyorumdur. Kadıköy çarşıya doğru yürümeye başlayınca kiliseler, balıkçılar, meyhaneler derken herkese hitap eden bir yer olduğu anlaşılır. Baylan pastanesinin önünden geçerken bir kuvvet çeker sizi oraya. İnanılmaz lezzetlidir kup griyesi. Çalışanları çok saygılıdır, bir yandan arkadaş gibidirler. Yakın görürlerse lakap bile takarlar size. Sinekler vardır bir de…  O kadar lezzetlidir ki kup griyesi, sinekler “hani bize?’’ der gibi saldırırlar.
     

     Pastane kokuları biter, balık kokuları başlar. Balıkçıların bağırması yasak olmasına rağmen herkes bağırır müşteri çekebilmek için. Kadıköy iştah açar; deniz kokusunu alırsınız, acıkırsınız zaten. Sonra her yerin kokusu vardır ayrı ayrı. Balıkçılara hatırlarını sordunuz mu, o gün oradasınız demektir. Pek severler sohbeti. On iki saat balık kokusuyla çalışır sonra eve gidip balık yerler. Balık adam olmuştur onlar. Balık adamların çocukları evindedir ama çiçek satanların çocukları ellerinde darbuka, oturmuşlardır sokağa. Çocuklar sahipsiz gibi gözükür, elleri pislik içinde, gözleri dolu doludur ama biraz ilerde annesi, babası, kuzenleri, sayısız kardeşleri… Dikkatle incelendiği zaman Kadıköy’ün en kalabalık ailesine sahip olduğu görülür sahipsiz zannedilen çocukların. Çocukların anlatacak çok şeyi var gibidir; sanki büyümüş, tüm hayatı öğrenmiş ama hiçbir konu hakkında konuşmuyor, darbukasını konuşturuyordur. Küçük detaydır oradan geçen insanlar için ama hiç de küçük detay değildir o küçükler. Diğer çocuklar annesinin elinden tutup gezerken o bozuk paraları neden tuttuğunu bile bilmez. Nereden bilecek? Çocuk o! O çocukların önünden formalı ağabeyleri, ablaları geçer maç günleri. Öyle heyecanlıdırlar ki görmezler bile çocukları. Çocuklar da dikkat çekmek için giyer formaları. Küçücük yaşta çalıştırırlar kafayı. Herkesin derdi farklıdır ama herkesin ortak noktası Kadıköy’de olmalarıdır. Orada çalışanlar, gezenler, arkadaşa bakıp çıkacaklar... Herkes oradadır. Severler de orayı, pek sevilmeyecek türden değildir zaten.



   Kadıköy dalga dalga kokar, çay bahçeleri Nazım Hikmet kokar, çarşı yemek kokar, anı kokar fazla zaman geçirmişlere. En çok da kitaplar kokar. Sahaflar boştur genelde. İçeri girildiği an da eski kitap kokuları çok farklı bir dünyaya götürür. Eski kitaplar o derece kokar ki çay bahçesine gidip Nazım Hikmet ile Piraye’nin hayalini görürsünüz. Kitapları elinize aldınız mı sarı, eski, tozlu kitaplar yıllar önceye götürür. İçerisinde ne notlar vardır o kitapların… Kim bilir kaç kişi okumuştur o kitapları? Kim bilir kaç kişinin cesedini tanır o kitaplar? O küçük kitap, Kadıköy’ü insanlardan daha iyi tanır. Şimdi gidiyorum Kadıköy ama tekrar geleceğim. Körlerin ülkesi değil, geleceği görenlerin ülkesisin sen. Kokunu takip edip, bulacağım seni. Bir daha ki gelişimde daha çok deniz kokar mısın benim için?


Behçet Necatigil'in ''Gizli Sevda'' isimli şiirini okuduktan sonra...


Sen Benden Gidemezsin ki... 

''Senden adam olmaz...'' deyip gitmiş olsan gerek. Yıllarca o sesi duydum. Bir yandan da; ''gözlerin, gözlerime değmeden yaşayamam...'' sözün. Bir o geliyor, bir o. "Çıldıracağım'' diyorum; sonra ''ya çıldırdıysam'' diyorum. Severdin bilirdim. Annenin sözleri doldurdu seni hep. Yoksa hiç ayrılmayacaktık biz. Çocuklarımız olacaktı biri kız, biri oğlan. İsimlerini bile belirlemiştik. "Sana benzeyecekler'' derdim, gülümserdin sadece. Eve gelince... O ev hep sıcak olacaktı, küçük olacaktı. Biz ısıtacaktık o evi. Küçük evde oturacaktık ki; sık sık görelim birbirimizi. Maddiyat sorunu değildi bizimki; olumsuzlukları olumlu yapmaydı. Rengarenk boyayacaktık; sırf evimiz gözlerini kıskanmasın diye.
Ne oldu hayallerimize? Benden ayrılmadan bir kaç gün önce düşünürdük bunları. Birden 8 yıl önceye gittim... Gününü hatırlamam. ''Lanet gün''dür adı. Ben onu unutmuştum. Nereden geldin de söyledin şimdi onu gördüğünü? Ya ben onu hiç unutamamışsam? Ya bundan sonra aklımdan çıkmayacaksa? Yoo... Hayır! Görmedin onu, görmedin! Yalan söylüyorsun değil mi? Sordu mu beni? Anlat nasıldı?
-Biraz yorgun, hast...
-Sus!
Uzun saçları omzuna dökülmüş, gözleri parıl parıl, kendini görüyorsun bakınca. Öyle seni çeker ki o gözler; orada kalmazsın, başka yerlere gidersin. Ah! O elleri hep muhtaçtır senin ellerine. Buz gibi... Bem beyaz vücudu sana soğuğu hatırlatır; ama bir sarılsan ah nasıl sıcaktır. O beli, incecik beli... Çay bardağını kıskandırır. Çay bardağı demişken, amma çay içerdik kitaplardan bahsederken. Sen anlamazdın çoğu zaman. Ben anlatırdım, sen dinlerdin. Kitaplar mı sıktı seni?
Ne güzel şey onu böyle güzel hatırlamak. Vazgeçtim anlatma onu bana, istemiyorum selamını da... Hastalıkmış, kocasıymış, başkasının dokunduğu elleriymiş... Hepsi uzak dursun, gitsin! O suçlu gibi ezik olan değil, o selam söyleyen değil; o benim olan, hala benim olan...